31 Aralık 2008 Çarşamba

Ahmet Ada, Sözcükler Denizi

Sözcükler Denizi


Ahmet Ada (1947 Ceyhan)*
_______________________________________________________________________

Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. Nazire Ada ile Ahmet Ada’nın oğlu. İlk ve orta okulu Ceyhan’da okudu, ailesinin maddi sıkıntısı nedeniyle Ceyhan Lisesi’ni ikinci sınıfta terk etmek zorunda kaldı (1965). Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi (1967-69), Marangozlar İstihlak Kooperatifi (1971-87) ve otomobil ticareti ile uğraşan bir özel şirkette (1989-93) çalıştıktan sonra emekli oldu. TYS üyesi. 2002 yılında Mersin’e yerleşti. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap dergilerinde yayımladı. Bazı şiirleri Almanca’ya, Fransızca’ya, İngilizce’ye çevrildi.
1980’li yıllar şiirinin önemli bir temsilcisi olarak tanındı. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu. Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli şiirler yazdığı eleştirmenlerce kabul edildi. Son dönem yazdığı şiirlerle, modern şiirin biçimselliği ile modern dünya tasarımına felsefî derinlik katan yeni bir döneme girdi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde, göç, savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakarak çok sesli bir şiire yöneldi. Şiirinin başkalaşımını da poetik yazılarla açımladı. Şiirin kavram ve terimlerinin oluşturulmasında çaba gösterdi. “Şiir Okuma Durakları” (2004) adlı kitabı modern şiire ilişkin şiir bilgisi içeren bir elkitabı olarak değerlendirildi. Şiirin sorunları ve “İkinci Yeni” şiirleri üstüne eleştirel, çözümleyici yazılarıyla da dikkat çekti. 2006 yılında, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı tarafından ortaklaşa düzenlenen sempozyumla “40.Sanat Yılında Ahmet Ada’nın Şiiri” çeşitli yönleriyle ele alındı. 2008 yılında, Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü “İki Şair Bir Kent” adlı belgeselinde Ahmet Ada ile Celâl Soycan kent kültürünü ve şiirini konuştular. Bu söyleşi DVD olarak yayımlandı.
Ödül: Gün Doğsun Gül Üstüne ile 1981 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü; Aşk Her Yerde ile 1991 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü; Vakit Yok Hüzünlenmeye ile 1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü; “Onlar İçin Minibüs Şarkısı Üzerine Gözlemler” adlı incelemesiyle 1999 E Dergisi Şiir İnceleme Ödülü.
Eserleri: Şiir: Gün Doğsun Gül Üstüne, 1980; Acıyla Akran, 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam, 1985; Yitik Anka, (ilk üç kitabının toplu basımı) 1993; Aşka Her Yerde, 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye, 1992; Günyenisi Lirikler, 1992; Taş Plak Gazelleri, 1995; Küçük Bir Anmalık, 1996; Begonyalı Pencere, 1998; Denize Atılan Çiçek,1999; Gökyüzünün Fıskiyesi, 2003; Denizin Uykusu Üstümde, 2004; Kantolar, 2006; Yeni Kantolar 2007; Seçme Şiirler, 2009; Sözcükler Denizi 2009
Poetika : Şiir Okuma Durakları, 2004; Şiir İçin Boş Levhalar, 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar, 2008; Şiir Yazıları, 2009




*Geniş bilgi için şu bloglara bakılabilir:


http://www.batiktekne.blogspot.com/
http://www.sonsuzat.blogspot.com/
http://www.yesilat.blogspot.com/
http://siirokumaduraklari.blogspot.com/
http://www.gokyuzununfiskiyesi.blogspot.com/
http://www.ahmetada.blogspot.com/
http://www.siirestetigi.blogspot.com/
http://batktekne.blogspot.com/











































AHMET ADA



SÖZCÜKLER DENİZİ





























İÇİNDEKİLER

1.Bölüm
Seyir Defteri

Seyir Defteri

2.Bölüm
Yağmurlar Kalmasın

Ayas’ta Akşam
Oyuk
Kamışlar Arasında
İç Kanama
Dramatik
Anlamın Evreni
Kırık Amfora
Köyde Akşam
Hüzündür Kalan
Yabancı
Kırık Duruş
Eskiyen Hayat
Geceleyin
Yolun Sonu

3.Bölüm
Sözcükler Denizi

Amane Fırını Sokağında
Derin Beyaz Atlar
Değişmeler Ağacı
Gümüş
Sessizliğin Eşiği
Balıkçı Akşamı
Yalın İstekler
Uzun Gece
Uzun
Kaygı Kantatı
Zaman
Eskiden
Taş
Dip Yüzey
Ölümsüzlük Ağacı
Yollar Boyunca
O Koku
Terzi Sarkis
Prelüd
Abdal
Taflan
Kısa Tarih
Yoklukta Yalnızız
Yazarken de
Yerle Gök


4.Bölüm
Sarkaç

Çözülme
Güvenim Tazelendi
Ölüm
Toprak
Evdeniz
Sarkaç

5.Bölüm
Ahmet Ada Üstüne

Yeni Kantolar’ın Işığında
Zamanın Ruhunu İçeriklendiren
Bir Kitap / Sina Akyol…
Şaşırtıcı Bir Çağrışım
Zenginliği / Metin Cengiz…

































































1. Bölüm
Seyir Defteri

























SEYİR DEFTERİ


Bahar mı gecikti kuşlar mı
Eyvah! Gül imecesinde talan
Yüreğimde dinmeyen bir telaş
Kuşkuyla yaralı mayıs günleri

Ne bahar gecikiyor ne kuşlar
Bir tabur dizisi, genç, diri
Korkuyla izliyor yalıların
Nazenin kafesli pencereleri

Rengini veriyor günbatısından
Sardunyaların ateşten kırmızısı
Özlem mi kanayan ayrılık mı
Gurbet yüklü trenlerden sızarak

Yağmur tadında şimdi
Özlediğim kent: Adana
İstasyon yolunda faytonlar
Dolup boşalıyor hovardası külhanıyla
Yazlık sinemalar

Sevgi abla otel odasında
İyimser hüznünü katıyor romanına
Şeker kamışı satan çocukların
Yağmurdaki ayak izlerini
Bir çentik açarken yüreğine
Tasalar unutuşlar acılar

1979











































2. Bölüm
Yağmurlar Kalmasın



































AYAS’TA AKŞAM


Arkadaşlar için

Kumruyla konuşuyor çınar.
- Ayas denizi ışığı yontuyor, diyorum,
- Denizin kilidi kuledir, diyor.
Akşam inerken taş merdivenlerden,
Değiştiriyor havayı güvercin serinliğine
Şaşkın bakıyoruz: Ferhat, Mehmet, Savaş, Çapan
Oltasını denize sarkıtan aya.

Ayas’ta akşam,
denizin üstünde beyazlık.


Mersin, 2004












































OYUK


Sessizlik, yalnızca sessizlik yalın
bir anlaşma oluyor aramızda. Gölgenin
sarnıcı, ışığın yağmuru, umutsuzluğun
olanakları büyüyor ruhumda. Sararıyor,
yosunlu bir dil oluyor kendime
dönük sefil yazı. Denizi okuyorum
gümüş aynasında gecenin. Kurtulup
katı karanlık taşlardan ve köpek
havlamalarından.

Kırık bir rüzgâr örtüyor
ruhumda açılan oyukları.







































KAMIŞLAR ARASINDA


Isınmış kösele kokuyor gece. Çiçekler
ayakta. Samanyolunun eli asmanın
yapraklarında geziniyor.

Kapının önünde incir ağacı soruyor
süpürge otuna: “Çiçektozlarına
sarınmış nereye gidiyor çiftçi gecenin
bir vakti?” Sorusu hüzünlüdür, yeni
yüzyılın eşiğinde acı çeken ruhuma.

Dehlizlerin, kamışların arasından
bir kuş ötüyor.









































İÇ KANAMA


Çardağa gölgesi düşen kayısı
ağacının açılıyor gözü. “Yağmurun
yağması değişir” diyorsun
uyanınca uykudan, yenileniyorsun.
“İçindeki denizi kurutamazsın”
“Küçük sular akar gelir ardından.”

Çakıl taşları, orman, çekik kaşlı
su değirmeni, büyüyen otlar,
bir boşluk duruyor, görüyorsun
içindeki kanamayı.










































DRAMATİK


“Batık tekneyi çıkardılar
Görünmez olmuştu suyun ışığında.
Çamurdan çarşaflar giyinmişti.
Gördüm ufalandığını parça parça. Ne çok
ışık kanıyordu rüzgârda. Götürdüler
çamurdan her parçayı. Ağır ağır
dönüyor anahtarı şimdi denizin.”

“Yazılacaktır öyküsü
Gövdesinden kopmuş parçanın.
Işığı kıran iç denizin.Gövdenin tini
arıyor denizini şimdi. “Arayıp da
bulanınız var mı?” diyor Veysel.







































ANLAMIN EVRENİ


Şimşeğin kılıcını görüyor, rengin
çılgınını, ışığın keskin ağzını. Çığlıkları,
sirenleri, basamakları inen akşamın
ayak seslerini duyuyor. “Yaşlılık uzun
yürüyüşün sonu mu?” diyor. “Benim
görmediğim, duyularımın ulaşamadığı
anlamlar evrenine göçüyor kuşlar.”
Yavaşça kalkıyor hasır iskemleden.
Beyaz saksılar, hırdavat çeşitleri,
bir torba çimento, eski püskü balıkçı
takımları duruyor köşede. Yakalamak
için delik deşik gençliğini balıkçı
takımlarına dokunuyor.












































KIRIK AMFORA


Binlerce yıl önce fırlatılmış denize.
Binlerce yıl kalmış denizin dibinde.
Tesadüf belki balıkçının ağına takılışı,
çıkarılışı yeryüzüne. Binlerce yıl sonra
ışığı yeniden gördüğünde, nasıl da
şaşıp kalıyor kırık ruhu.

Kollarını açtığını görüyorum ışığa
Dünyanın güzelliğine









































KÖYDE AKŞAM


Günün solgun ışıkları sönünce
göze görünmez oldular:
Telefon direkleri, iri gövdeli ağaçlar,
Şahinin gözü, iri damarlı bitkiler,
horozların kırmızısı.

Işık ve gölgenin yokluğunda içimdeki
oyukları taşa soruyorum.

Uzakta, balıkçılar ağlarını kurutuyor
rüzgârda.

Ruhum, akşamın alacasında,
ipe asılı çığırtma.










































HÜZÜNDÜR KALAN


O zaman bir yerlere gidilir
Göğü alır gelirdim bin bir sıkıntıyla
Bir tutam hüzündüm tepeden tırnağa
Bir yanımda elmalar, öteki
Yanımda umutsuz bardaklar
Sıvası dökülmüş bir yalnızlıktı
Odalarda oturmak, çocuk kalmış
Yağmurları dinlemek tavan arasında
Yani nedir ki bir örümceğin
Sabrını düşünmek, çocukluk yaralarına
Yaslanıp uyuyan bir adam olmak

Ormanlardan örülmüş hüznü
Kıyılardan denizlerden bahçelerden geçirdim
Piyangoculardan, nergis satanlardan,
Dereotu roka maydanoz satanlardan
Yani her yerdeyken parsın gözleri
Birkaç çiçek adı: Ayşe, Ayşegül
Birkaç yağmur adı: ürkek, şakır şakır
Yan yana gelir parsa karşı

Yani nedir ki yalnızlığın çiçek tozları,
Oydu en güzel şaşkınlığım, karşı koyma
İsteğim. Ama işte azalıyoruz
Ve kısalıyor dünyanın kırları

Gidilir evet dünyaya doğru
Ama her gidiş de hüzündür



























YABANCI


Buğday tarlaları mı
Rüzgârda dalgalanan hüzün mü
Hüzünle delik deşik insan
Şaşıyorum, insan tonlarca hüznü
Tonlarca kederi nasıl dağıtır
Yani nedir ki hayatın değeri
Denizin ağacın kuşun değeri
Hem nedir ki umutsuzluğun hüznü
Onu taşıyorlar denizin sesine
Saksı çiçeklerinin derin sesine

Akıp giderdi atların yelelerinde
Büyük şarkısı başkaldırının.
Hem nedir ki sıkıntının güzelliği:
Birdenbire bir çiçek
Gürül gürül bir orman

-Kim bilir nerede
Ölünce yağmur yağar


































KIRIK DURUŞ


Başakların rengi gökyüzüne vurmuş
Böyle sapsarı olmaz her zaman
Günün ikindisi
Su kuşlarının kırık sesi
Günebakanların rüzgârda hışırdayan sesi
Bayraklarını çekmiş yazın sesi
Söyleşiyor yabanıl otlarla
Suyu seyredişini

Bakır, kömür, tuz, kaya
Denize dönüp yüzünü usul usul
Bizi terk eden sincabı konuşuyor
Güneşin mızrağı akşama dönüyor
Şiltesinden doğrulan balıkçı
Denize dönüp yüzünü
‘Bir su uygarlığıdır dünya’
Diyor

Başakları geç! Bırak urbasını
Giyinsin akşam, nasıl olsa tekne batık
Dünyanın kapısı kırık
İşte bu yüzden su alıyor
Yalnızlık

Biz burada kaldık da ne oldu
Arkasına saklandığın narlardan
Durup dururken sakalına dolan kargalardan
İniyor akşam
Su kuşları, günebakanlar
‘Yorgunuz’ diyor

Nasıl olsa yağmurdan bir sincabım
Bırak da su kuşlarıyla konuşayım



























ESKİYEN HAYAT


Oydu göğe bakıp bakıp sorgulayan
Oydu yaramıza sargı, küfrümüze kalkan
Uzatsak boynumuzu okşayan
Bir suydu o seken taştan taşa
Denize varınca kaybolan. Oydu
Son zamanlarda gözlük kullanan
Avuçları durup dururken terleyen
Sakarlığına karşın sakal bırakan
Oydu hareketsiz duran nesnelere dokunan
Oydu tozlu yollar ve tekerlekler için
Yalın ve çıplak sözler bulan

Oydu ayağa yabancılaşmış terlik
Ya da terliğe yabancılaşmış ayak
Demek oluyor ki o olsa olsa
Kokan bir çorap gibi duran
Eskimiş yanımızdı. (Hadi hep
Birlikte eskitelim suya çarpa çarpa
Nesnelerin derin etkisini)

Oydu ‘garip ve çekici’ dülgerin çantasında
Oydu yabanıl haz balıkçının kovasında
Düzyazıda yoktur aramayın onu
Denizlerde arayın en dipte ta derinde
Tini batık teknedir, gövdesi ağaç
Oydu yatıp duran yüzyıllar boyu
(Saatlerin kaç olduğunun ne anlamı var)

Kalbiniz biliyorsa dünyanın durumunu
Oydu yolların tozunda eskiyen hayat
























GECELEYİN


Sığırcıklar ve her şey kalbimden havalanır
Sığırcıklar, kiraz ağaçları, faytonlar
Sonuçsuz yazdan konuşurum
Kuşları havalandıran ılık rüzgârdan
Bir kız var yüreğimi hoplatan
Onu konuşurum. Kıvrılışını ırmağın
Sıradağları geçip çiçek tozları arasından.
Biri çıkıp diyecek: ‘Sevgisi ne kadardı?
Neden yok yanında?’
Ama işte geçitler var, merdivenler,
Denizin basamakları aramızda.
Ah işte her şey doğanın mucizeleri
Bir denizin yanında

Benim de olsaydı orman bitince
Geceleyin tek başına akan
Bir ırmağım…




































YOLUN SONU


Bir başına çiçek açmış ağacın
Kıyısındasın denizin yanı başında
Dalgalar parçalanır kayalarda
Değil yalnız dalgalar ruhun parçalanır
Denizin uğultusuyla

Deniz aldatmış değildir çakılı, kumu,
Deniz adamını, su zambağını
Deniz ruhunu çağırdığında
Çıkarsın uzun sürecek yolculuğa
Başka limanlara başka kıyılara doğru

Fütursuz ömürler deniz gibidir
Bilirsin bunu, gözünün ışığı tükenirken
Nice şafaklardan nice limanlardan sonra
Döndüğünde yeniden yaratılırsın
Kırağıyla yıkanan doğduğun kentte

Neden bulamazsın doğduğun sokağı?
Bir ikindi vakti dönüp dolaştığında
Neden tanıdık bir yüze rastlayamazsın
Doğduğun kentin baharat kokan çarşılarında?

Böyle dalgın böyle denize yakın
Başka gök kıyılarına çıkamazsın
Döner, döner acımasız çarkı yılların
Sırasıdır elveda demenin artık










































3. Bölüm
Sözcükler Denizi

































AMANE FIRINI SOKAĞINDA


Uykumu bölüyor Mersin sabahı
‘Amane Fırını’na düşen güneş
Çözüyor düğümlerini arı ruhumun
Tek söz etmiyorum gölgeler için
Kalkıp giyiniyorum göğü
Kılıç gibi parlayan güneşin vakti

Ah bu koku, bütün incelikleriyle gelen koku
Rüzgârın usulca sürüklediği koku
Başımı döndürüyor. Çok yakından
Ihlamur ağacının kokusu geçiyor
Sapınca göğün her günkü dönemecini
Telefonum çalıyor, açıyorum
Gözlerini bırakan biri. Diyor ki

“Amane fırınında insanın batışı
Kendinden geçmiş açgözlü insanın
İnsan ki sonsuz uçurum, bakir gök.
Ama işte tuhaf şey
Hâlâ sürüyor umut kırıcı figürü”

Umut Mersin kıyılarıdır hâlâ
Bir düşünün ışığın ucunu ve denizi
Nisan geçti yaza ilerliyorum güneşin vakti
Boz gölgelerden söz etmiyorum
Ihlamur ikindilerini usulca geçiyorum
Ah işte bütün gün ağaçlarda
Işığın ucu denizin soluğu






















DERİN BEYAZ ATLAR

Deniz, o kıpırtılı orman, yabanıl gök
Suya düşen saygınlık sesimiz
Belli belirsiz kalır gölgelerimiz
Kumlar, çakıl taşları, yıldızlar
Bir uzun toz direği, bir uzun kuş
Bırak da uçsun zamanın soluğundan

Neden bu deniz, bu orman, bu kadar gök
Bir böceğin gövdesine tutunan sessizlik
Olursa o kadar olur bu yalnızlık
Günün her saati böler kelebeği
Yüzükler takınır gece karasından
Öyledir yaz sonu upuzun gölgeleri

Derin beyaz atlar upuzun anlaşılması güç
Öyledir duvar diplerinde kalmışlığımız
Öyle ya deniz neden kıpırtılı
Dalgınlığımız neden bir orman dalgınlığı
Belki içimize ata ata yer kalmadı içimizde
O yüzden böyle ıpıssız sıkıntıyız

Öyledir deniz, o güleç ay, takımyıldızları
Yaşadığımız derinlik, bunu konuşmadık daha,
Bakmaktan ufalmış gözler, gölgeler bir de
Dolu bardaklar kadar doluyuz, bu kadar
Yalnızlık yeter, güz sararıp gider
Bir kadının uçsuz bucaksız sessizliğinden





























DEĞİŞMELER AĞACI


Yıldızlardan daha parlak olacak
Denizin kıyısında değişmeler ağacı

Denizin kıyısında
Bir ağaç yer değiştirecek bir başka ağaçla
Buna şaşıracak kuşlar
Yalpalayarak uçacak dağlara doğru
Belki o an ruhumdan fırlayacak
Hodan çiçeği
Sevinçle el çırpacak buna koca orman

Kül kâğıdı yüzlü çocuklar
Bağrış çağrış oyun oynayacaklar
Bir kadın küçük bir evde
Hüzünler biriktirecek yeşil bir şişede
Cam buğusu hüzünler
Dikey hüzünler yatay hüzünler
Akacak oluklardan sokağa

Parlak, daha parlak olacak
Çeliklerden dörtnala akan türkü
Ağaçlardan denize yürüyen motor
Çok yorulacak dünyanın sınırında.
Ateşin sınadığı her yer parlak olacak
Otlar, kuzukulakları, ılık soluğu yıldızların
Uzun güzel kızların yaslanışı
Buğday başaklarına

























GÜMÜŞ


Ağaç denizine yürüyen gümüş dereyim
Rüzgâr unutmuş şarkımı
Beyaz at
Salkımsöğüt

Dur da dinle
Gümüş şarkımı
Yoncalıktaki kavak
Yeşil kurbağa

Upuzun bir ırmağa akan gümüş dereyim
İki yanımda ağaçlar
Yaz desenleri
Yaban kazlar

Dur da dinle
Gümüş şarkımı
Saat kulesi




































SESSİZLİĞİN EŞİĞİ


Ağacın sessizliği kök salar ovaya
Denizin dinginliği içinde yitirirsin kendini
Ne kadar uzun ne kadar güzel ne kadar yalın
Hiçbir şey tutamaz yerini
Yapraklardan karılmış rüzgârın sesini

Sözcüklerden örülmüş sessizliği
Bulmak istersin örümceğin dolaştığı
O kuytu duvar diplerinde
Sıralanmış oysa ışığın kanattığı gürültü
Taştaki derin telaşı

Öne çıkan eşiğin ay ışığındasın
Sessizliği bulmak isterken sazlığın sesi
Işığı gören kirpi dikenlerinin sesi
Gecenin soğuğu çene kemiğinde
Tinin soluğu iyileşir ay ışığında

Yüzün upuzun gölgelerin salındığı sarkaç
Razısın incir ağaçlı bir avluda oturmaya
Ağacın biçimini günden güne almaya
Yaz kıpırtıları sonsuz avuntu eteklerinde
Sesin alev bir şimşek çaksa






























BALIKÇI AKŞAMI


Denize sıkışmış kuşlar uçarak
Balkon demirine konuyor, ağızlarında
Deniz hışırtılı birkaç yaprak

Şişman kadınlar sokak aralığında
Denizden dönenleri konuşuyor
Sis basmış balıkçı düşüncelerini

Kapı kilitlerinde anahtarlar dönüyor
Dizleri çözülmüş akşamla birlikte
Erkeklerin yüzlerinde soru işareti

Bozuk bir Türkçeyle konuşuyorlar
Sonrası bir koya giren deniz sessizliği
Duvarları yalıyor dalgın ev içi

Belli ki vermemiş deniz ürününü
Sakalları uzamış ağızları mühürlü
Sis basmış bütün düşüncelerini

Ellerinde ekmek birkaç çocuk
Kapı önüne çıkıyor
Akşamın yorgun alacasında
































YALIN İSTEKLER


Gölgeleri uzuyor benden önce
Çalılığı horozlarla dolaşan ruhumun
Bir kırlangıç seğirtiyor çalılardan

Toroslar’a kar yağmış diyorlar
Onun soğuğu bu diyorlar
Denizi kıyıya çekip ruhuma sarılıyorum

Bir taş atıyorum dereye, deniz
Çok yakın, gökyüzü olabilir miyim
Ya da Taşucu’nda beyaz bir ev

Bir sel yatağı olurum belki
Bir kök lahana tarlasının orada
Yeşermek için çıdamla bekleyen

Bir rüzgâr olurum olacaksam
Fır dolayı dolaşan bütün Akdeniz’i
Eski göç yollarını, Mısır’ı, İskenderiye’yi

Bir atın ayakları olurum belki
Rüzgârla yarışan bir atın
Dörtnala uzaklaşan ovadan

































UZUN GECE


Kendinde kalarak soyduğun vücudun
Hâlâ sıcak biliyor musun? Ayakların
Yoklukta mı dolaşıyor yoksa?
Tek bildiğim bulutlar üstünde

Kendine bir yer arıyorsun
Aşmak için cehennemi hayatı.
İki balkon arasında deniz
Yıldızlardan aldığın parlaklığın suç ortağı

Bütün düşüncelerden soyunmuşsun
Esrarlı sular yürümüş vücuduna,
Kocaman yapraklı bir ağaç olmuşsun
Geceler kadar uzun

Birbirine yaklaştırıyorsun iki vücudu
Derinlerden kımıldıyor olgunluk duygusu
Ilık bir güvercin bölgesi soluğun
Orman ateşi teninin Afrika’sında



































UZUN


Isınmış içimde uzun taş
Bu benim deniz kıyısında kalmışlığım
Bu benim soyunmuşluğum
Dünya düşlerinden bütün

Düşlerim gece ormanları kadar uzun
Ağaçlar kadar büyük, iç içe kokularla
Gözlerim kapalı dinledim sesini
En uzak yıldızın

Ağaçlarla, sularla, dalgalarla geldim
Bir ayağım yoklukta, bir ayağım
Kuru dere yatağımda kalmış
Yavaş

Çok eski zamanlardan geldim
Bu benim bir ağaç kadar yalnızlığım
Bir başıma kalmışlığım
Kalın bir hüzün









































KAYGI KANTATI


Işığın yanılsaması yanılttı beni
Burada deniz var yalnız
Gerisi bizim zebralığımız

Burada hiçlik denizi var yalnız
Kaygının giysileri üstümüzde
Ancak akşam saatlerinde yanındayız

Sürgünüz evrenin koyu ıssızlığına
Tek bir yıldızla atıyor kalbimiz
Oturup kahve içiyor konuşuyoruz

Celâl güneşi doldurmuş çantasına
Oysa ölümü denemiş yüzü
Elinin değdiği çentiklenmiş büyü

Tedirginiz yoklukta dolaşmaktan
Ayaklarımız tez canlı geyik
Kararmış bir çömlek tinimiz

Işığı yontan vaktin yanındayız
Mağarasında güzel hayvanların
Sonsuzluğun eli olduk değil mi?



























ZAMAN


Burada çok mutsuzduk
Hem de hiç olmadığı kadar
Öğle vakti geçtik denizi
Arı bir gökyüzü üstümüzde
Olmadı ufak bir güneşimiz

Belleğimiz çok eski
Yitik bir paraydı denizin dibinde
Sabrımız tüylendi nefes nefese
Taşta, kurumuş ağaçta

Büyük yapraklı otların hışırtısı
Çabuk geçti ateşin çevresinde
Zamanı bağladık erik ağacına
Uykumuzda uzun geyikler








































ESKİDEN


Sıvacıkuşu, çirişotu, bodur ağaçlar
Yağmur sevincinde bütün
Soluklarını duydum denizin
Ovaya inen sığırcıkların bir de

Gölgeleri suya yazıydı
Başladı kuşluk vakti
Bayırlarda otların telaşı.
Yağmura birikirdi zaman

Sen de duydun mu başaklarda
Yağmura biriken zamanı
Geçmişi şimdinin kabuğunda
Yaşadın mı bir elma tadında

Ne hoyrat yağmurlardı unuttum
Kanat yapıveren ruhumu
Denize yakın kıyılarda

Ne kaygılı yıllardı unuttum
Asmakuşu, ipek rüzgâr, parıltılar
Yıkandı yağmurda bütün

Yağmurun konuştuğu dili
Sen de duydun mu yapraklarda
Eskiden yaşanmış bir andı
Taşın dili Anadolu’da


























TAŞ


Mendil sallayan rüzgâr çıktı
Yapraktaki telaşı gördüm
Tez ayaklı yağmurlardı
Belleğimde yalnız ağaçlar kaldı

Sis çökmüş denizdi beklediğimiz
Sesti kulağımıza akşamı fısıldayan
Pars geldi, başka ne olabilirdi
Bastığı yerde çiçekler çürüdü

Günün yarısı boğuşmakla geçti
Çoğu dirimi gördü ölüme karşı
Uzun yıllardı dalgınlıkla geçen
Taşa havlayan köpeklerdi

Tıp tıp yağmurlardı damlarda
Çinko sesli yağmurlardı beklediğimiz
Bir gömüt sessizliği büyürken
Taşa oturup bekledik kırmızı ayı




























DİP YÜZEY

-Ahmet Yeşil’e


Dip yüzeyi vardı denizin yosun gölge
Belki de doldururdu içinin
Yıldız parıltısı boşluğunu
Derinlerde çok derinlerde
Makara halat kuş

Bakar da görürsün denizin dibini
Sessizliğin dolduğu bardağı
Derinliği vardır gökyüzünün
Kocaman yaprakları kımıldayan
Birkaç kuş kanadı ta uzaklarda

Ta uzaklarda yeşil kırmızı mavi
Birkaç mandal, kuşun yanında ot
Palamarı koparılmış gök
Gün gelir denizin dibi ormanın içi
İçindeki boşluğu dolduramaz Ahmet

Senin zamanın donakalmış bir balık
Dört yönü sessizlik






























ÖLÜMSÜZLÜK AĞACI


İçinde eğri büğrü yollar, üstünde
Gökkuşakları, çevrenin suda kımıltıları
Kocaman yaprakları ağaçların
Kökleri sonra derinlere inen
Güzeldi hepsi

İçindeki tenhalığı denize bağladın
Bulutlarla martılarla yalnız
Yaşlanmış bir ormandın
Görürdün dumanı otta toprakta

Kayıp giderdi yabanıl böcek
Yaprakların ucunda ormanın büyüsü
Rüzgâr da oradaydı, düşleri olan
Kadınlar denize karşı otururlardı
Güneşin ısısı omuzlarındaydı

Ölümsüzlüktü belki taze ot kokusu
Bir arının anı, toprağın ısısı,
Göğün menekşeli boşluğu
Denize bakan kadınlar olmasa
Görürdün görünmez çocukluğu
Kış yaz ölümsüzlük ağacında



























YOLLAR BOYUNCA


Yitirdim bütün arkadaşlarımı vardığım
Her kıyıda. Yitirdim konuşurken sesimi
Dünyada bir yerde. Varlığım
Nergiste uğultu, suda gümüş parıltı

Kof gürültüsünden tanırım kenti
Para tutkusundan, dilin bozuluşundan
Kalkarken caddelerden zifos, duman
Sessiz bir oyuna dönüşür akşam

Yollar, ya da orman boyunca
Yitirdim akşamın derin sessizliğini
Yoklukta dolaştım ışıltılı bulvarları
Suların aklına uydum uzun uzun

Oradaydım koskoca yapılar arasında
Yitik bir ruhtum, köksüz bir ağaç
Fırlar sokaklar arasından bir kuş
Havayı böler kanadının kılıcı

Yollar, ya da kaldırımlar boyunca
Kof düşüncelerden sıyrıldım
Başka bir dünya olmalı, dedim
Kendi kendime, sabah güzelliğinde


























O KOKU


Kuşu otu toprağı hayvanı rüzgârı
Yedeğimizde taşıdık bir daha
Dünyaya gelmeyeceğimizi bile bile.
Çapan ekinler gibi gitti o gece
Yorgun denizin yıldızlı çehresine
Artık dilin masumiyetine gömülür
Mersin’li balıkçı Cemal’in yanına
Duydu muydu yağmurun yağdığını
Ölümsüzlük denizine sabaha karşı
Gezinir ruhu denizin üstünde

Gök müydü alıp başını giden
Elma rengi, bulutlar mıydı şaşkın
Otun böceğin uykusuzluğu muydu
Kalkıp gittik yaprak toplamaya
Kevser, ben, bir de yaşlı güneş
Yazılı kayanın oradan, nefes nefese
Kayısı çiçeği kokusu karşıladı
Beni, Kevser’i, bir de yaşlı güneşi
‘Anımsa kırk yıl önce de böyle kokmuştu’
‘Annemin ruhunun dolaştığı eski bahçede’

Dalgınlık işte yedeğimizde vardı
Belleğin anısı başka nedir ki
Batıdan esen rüzgârın getirdiği
Kayısı çiçeği kokusu, hiç unutmadım,
Sabahın gölgelerine düştü, kutlu
Bir şeydi yerden alıp kaldırdım
Yılların ardında kalan anlık kokuyu
Alıp ikiye böldüm biri sana Kevser























TERZİ SARKİS


Gürültüsüz bir sabahım olsun gerisi boş
Vaktim olsun kumaşı kesecek iğneyi tutacak
Başka ölüm yok ilikler açılmış olacak
Rakılar denize karşı, iplikler iğneye
Hiçbir şey yarım kalmasın
Döküntülerin toplanması bile

Büyük olsun makas denizi biçeceğiz
İnsandaki kof benliği, gözüpeklik işte,
Vatkalar şeritler mandallar kalsın
Şöyle dik dur yavrum ölçünü rahat alayım
Bu kömür kokusu öldürür adamı
Bozulmuş dünyanın ayarı – saat kaç,
Eskiden böyle değildi bu sokaklar
Kırlangıçlar eksik olmazdı, insanlar
Seçkindi bir damla yağmur kadar

“Geçtim. Geçtiler oradan
Terzi Sarkis yazıyordu tabelada
Cenaze nedeniyle kapalı”

































PRELÜD


En sert taşı uyandır, gök nasılsa boş,
Deniz, o büyük ürperiş yok artık
Yokladım eşyanın ötesini berisini
Örümceğin gezindiği kantaralar yok

Göğü uyandır özenle bak kuyunun çevresine
İncir ağacının kökleri kurumuş
Pars gezinmiş atalarının bahçesinde
Hayvanları uyandır artık
Suyu yontalım yeni kıyılar bulalım

Buraları dar ettiler gidelim artık
Büyük sulara gidelim vakitsiz sulara
Yoklukta dolaşırız rüzgârlarla kokularla
Yokluklar emzirir geçmişimizi uzun






































ABDAL


Olursa o kadar olur güneşimiz
Yabanıl otlarda ve ovalarda
Bir ürperiş bile değildi gecenin ardı
Kocaman bitki ormanıydı denizin ambarı
Ufak tefek balıklar kaybolurdu

Büyük şehirleri bırakırdı abdal
Kibirli yüzler sarsak adımlar kaybolurdu
Üç kadeh içsek hüznümüze gömülürdük
Işıltılı eşyalara ikindi vakitlerine

Çilli bir yağmur yağsa o kadar olurdu
Sardunyaların toriklerin sevinci
Terleyen varoluşu bekleyişin
Deniz kokan kaldırımlarında şehrin
Uzun bir yürüyüşe çıkardı abdal

Oysa koftu taşla konuşmayan şehir
Balkonları bir başlangıçtı göklere
Yazları caddede sokakta kaldırımlarda
Yanılmayı deniyordu kalırsa abdal
Kapanıp şehre kısa vakitlerde




































TAFLAN


Bir yaprak konuşur denizi dağ bayır
Vakitsiz rüzgârı kıyıda bırakarak
Deniz nar ağacına karşı oturmuş
Elmalar soyar, ‘buldum’ der ölümsüzlüğü

Boz taşların ötesinde orman
Yer değiştirir bulutlarla kuşlarla
Dipte söğüdün altında yalnız
Dolaşmakta annemin ruhu

Göğün üstünde
Ufak tefek güneşe gömülmüş
Çocukluğumun yanık teni, Akdeniz
Batık bir gemidir düşlerimde.
Ruhumun el yazısı zamansız,
Yiter gider yıldız giyimli

Taflanlar giyindim en güzeli oydu





































KISA TARİH


Çalgılı bulutların yokluğu, uzun
Uzun kuş birikintileri gökyüzünde
Başka bir şey değil mayıs
Ağır ağır yükselen buğu
Çimenlerin kesilmiş kokusu

Yüklendim kuş gölgelerini pasajın
Derin, öylece bir at içimde
Gün ikindi ellerim deniz kırı
Bir yalnızlık bile değilim kendime

Pasaj serinliği tenimdeki ürperti
Çarşılar gelir karşıdan
Az ilerde unuttuğumuz deniz
Değil, hak edilmiş değil
Suçluluğa dönüşen hüzünlerimiz

Var benim de uzun bitkiler kadar tarihim





































YOKLUKTA YALNIZIZ


Yavaş yavaş oluyor ellerim su
Dolu bir bardağın uzantısı
Aklım çiçeklenmiş bir ağaç
Omuzlarım yitirilmiş simurg
Göğün ambarından fırlayan otuz kuş

Hadi iki elma verin biri ben biri Kevser
Bozuldu, düğüm düğüm oldu
Göğü dolduran yürüyüşümüz
Yoklukta büyüdüydü
Saçlarımız sakallarımız tırnaklarımız

Yavaş yavaş oluyor ellerimin ışıması
Gözle görülmüyor eşya
Balkon içimize açılan uçurum
Balkondan deniz takılıveren olta
Bakmayın iki kişi olduğumuza
Yoklukta yalnızız

Değil, bu değil otun söylediği




























YAZARKEN DE


Değil, bu değil otun söylediği
Eskimeyen bir şey oluyor oluyorsa
Kırlardan dönen zaman, sonra
Deniz lacivertten maviye dönüyor
Yaz gökleri değişiyor kuşlardan

Kentin sıkıntılı garları, oteller,
Bavullar dolusu yorgunluğumuz
Daha ne olsun ayakucumuzda deniz
‘Sevdim’ desek de sürgün olduğumuzu
Biliyoruz yeryüzüne

İşin garibi pencerede güneşin eli
Tanıdık bir el oluyor alnımızda
Taşın eli ağacın eli yokluğun eli
Sular büyük olsun desem de
Sürgün olduğumuzu biliyoruz

Tek bildiğim bu yazarken de


































YERLE GÖK


Yerle gök bomboştur öyle olsun
Fabrikalar büyük olsun, kumaş dokunsun
Çünkü gökyüzüdür giydiğimiz
Yerle göktür kuşların soluduğu an
Adı olmayan sayısız mekan
Kuytumuz, susuz kuyumuz hadi

Hadi tini uykudan uyandır
Hadi yüksünme denizi uyandır
Kumaşı dokuduk da ne oldu gece gündüz?
Soyut bir örümcek hayatımız
Otların kokusu evreni çoktan tuttu
Kuşların sesi içimizi dolandı
Hadi yol uzun

Hüznün yarısı sen yarısı ben
Dokunsalar yağar olduk






































4. Bölüm
Sarkaç




















































ÇÖZÜLME


Çatılar kuşlarını salmak üzere
Değişti kuşların bile uçuşu
Ey ağaçlar, ey tepeler
Çözdüm önünü göremeyen insanın gizini

Ne çabuk unuttum Parsı
Bellek yanıldı taşlardan arındım
Nerede kaldığımı bilmiyordum
Belki yönünü yitirmiş rüzgârdım

Çözülmek üzere kör zaman
Gök ki, ne çok aldandım
Çöktü çatı mutsuz kaldım
Belki yaşlandım yağmurlar kadar

Gök çatı yitirdi akşamüstünü
Zamana birikti ağırbaşlı güneş
Nerede yanıldım ey kırlangıçlar,
Ey eski ustalar, ölüm şaşırttı
Saati olmayan gün sağır böyle

































GÜVENİM TAZELENDİ


Otlara uzanınca güvenim tazelendi
Dağları gördüm tez canlı, önde,
Arkada kocaman güneş devriliyordu
Denizin kapısı açılıyordu
Balıkların seslerinden anlıyordum

Orman uzak değildi kuşlardan anlıyordum
Elmanın kırmızısını anlıyordum
Hayvanların ısısını anlıyordum
Suda kımıldayan gölgeleri anlıyordum
Bu sonsuzluk için yaşıyordum

Ağacın belleğini kendimde gördüm
Suyun ürpertisi koparılmış gökteydi
Altımda dörtnala bir ova
Atlara olan güvenim tazelendi
Sanki bir boşlukta yaşıyordum





































ÖLÜM


Çok işimiz var evreni tanımak için
Bir yaprağın bir yaprağa söylediği bu
Soluk soluğa bir atın rüzgâra söylediği
Otun diz çöküp dinlediği
Değirmi bir kabuğun övgüyle söz ettiği

Böyle koy istersen imgelem evrenini
Suyu uyandır, yıldızlardan ev yap,
Bulutlardan yağmur, yakınlık kur
Kavakların hışırtısında uyumak için
Bir göl kenarında

Çok işimiz var eşsiz olanı bulmak için
Başka bir yerde durmak için
Kamışların öbek öbek toplandığı
Bir göl kenarı olmayabilir
Durmak için o kırmızı noktada
Bir söz, bir imge, bağışlanan parıltı
Yeter

Daha çok işimiz var izin ver
Oramı buramı yoklayan Pars
































TOPRAK


Bu yeğni ses incir ile narın söyleşisi
Denizin yanı başında, kentin ucunda
Bir köpek havlamasına karışıyor
Bahçenin upuzun erinci

Dinledim bir yalnızlık ağacından
Denizin düşlerini geçen yılki
Bu yıl incir ağacı daha dinç
Çözemedim bilgeliğinin gizemini

Akşam koyların girişinde kabuğuna çekiliyor
Ağaca tutunan akşam
Boru çiçekleriyle konuşuyor
Ana tanrıça ay

Nerede dinleniyor çılgın rüzgâr
Ağaç bilmiyor, yaprağın kımıltısız
Duruşundan anlıyorum, belki
Rüzgâr diye bir şey yok
Geçen çanıyla yaz toprağı

Toprak ki eşitliyor insanı






























EVDEYİZ


Günlerin isi elmaları kararttı
Kenti de rüzgârı da gökyüzünü de
O odadan o odaya gittim geldim
Gelirler, dedim, evdeyiz
Deniz az ötemizde, balkonda otururuz,
Gelseler bir, kimin geleceği belli değil,
Asfaltın yırtığında Pars adımları
Kaldırımlar geyik ormanı
Pencereye diktim gözümü
Elmaların yerini değiştirdim
Gelseler evdeyiz - temmuz akşamı

Evdeyiz, bir kapı kapanıyor
Açılıyor öbürü, ruhumuzu saklıyoruz
Duvarlardan içeri, dışarıda çitimizi
Aşan kırlangıçlar uçuyor
Kanatları is









































SARKAÇ


Sarkacı duyuyorum yeni gökyüzünde
Ömür sarkacını ölümle duran
Oysa değişiyor her gün yeryüzü
Koparılsam da şiirin dizelerinden

Uzaktır ormanları ama ansızın geliyor
Bitirmeden bir yazıyı ya da şiiri
Soluğunu duyuyorum yüzümde
Bütün ağırlığıyla çöken bedenime

Deniz hazırlıyor beni sonsuzluğa
Basamaklarına oturuyorum alnımda gölgeler
Akşamın kalbi atıyor suda
“Ölü annelere kavuşmuş olmalıyım”

Dibi, doruğu yaşadım denizlerde
Dünya sis içinde yeryüzü evim
Bir tohumdum belki ekildim.
Gündüzler ve geceler hep aynı
“Yaşlı bir taşa dönmüş olmalıyım”





































5.Bölüm
Ahmet Ada Üstüne































YENİ KANTOLAR’IN IŞIĞINDA


MİTAT ÇELİK


Her şey yerli yerinde duruyor.
Bu durgunluk ya da kanıksanmışlık içerisinde, bir başka düşünce biçimi olan şiirin refleksi alışkanlıklarımızdan mı ibaret? Bu can sıkıcı soru insanın buradalığını da dolayımlayan varlık sorunsalıdır. Asıl tehlike bireysel düşünüşün gereksizleştirilmesidir.
Gündelik yaşantımızdan başlayarak en karmaşık ilişkilerimize dek rasyonel aklın verili durumu içinde tanımlıyoruz kendimizi. Bunca imge karmaşası içerisinde başlangıç noktasının olması verili şiir anlayışı için bir olanakken, bu durumun söylemin biricikliğine yansıması paralel bir zıtlık içermektedir. Söylemin biricikliği sorunsalı şairin bu kadar yakınındayken, izleğiyle var ettiği öznesinden nasıl emin olabilir veya herhangileşmenin uzağında kendisini nasıl konumlandırabilir.
“Kant, her durumda özneyi, nesnelliğin yapıcısı olarak algılamıştır” sözü önemli bir referans noktası gibi durmaktadır. Bunun olanağı ise kavramların öznel dışa vurumu olan söylemle, anlamcı aklın kendisinden yola çıkarak zaman ve mekan algısını yeniden bir ne’liğe kavuşturmasıyla mümkün görünmektedir. Dikey okumayla, nesnelerin yeniden keşfiyle. Bu keşif verili anlamdan kurtulan öznenin keşfidir.
Ahmet Ada, Kantolar ile başlayan bu aranışına kendisi için kırılma noktası sayılabilinece Yeni Kantolar’ı eklemiştir. Şiirlerini oluşturduğu nesnelerin dolaşımda pek çokça örnekleri olmakla birlikte, onu diğerlerinden ayrıştıran yan söyleminin kendine dönük derin yapısında; her bir nesnenin başkasıyla olan birlikteliği tek başına çağrışım değerini bozarak, bağlılaşıklığını eşsüremsel bir dizgisellik içerisinde kurmasındadır. Açımlayacak olursak; geçmişin şimdiliğiyle, şimdinin belirsizliği, nesnelerin bireyin yaşantısında paylaşılamaz öğeliği tekil ve biricik olarak kotarılmıştır. Bunun aksi bir metni şiir olmaktan çıkarabilir. Şiiri sadece teknik bir düzey olmaktan kurtaran olmazsa olmazlığı da içinde barındıran, nesnelerin paylaşılamaz bu tekilliğidir. Her hangi bir şairle, şair arasına koyacağımız mesafe noktası da burada saklıdır. Ahmet Ada, ayrıca tekilliği birey olmak gibi algılamaya da belirli bir mesafede bakmaktadır. İnsanın dil ile olan mesafesi onun kolektif duruşunu da belirlemektedir. Onun varlıksal dayanağını tekilliğe paralel öznellik ve özgürlük oluşturur. Bu yüzdendir ki şiirlerini yapılandırdığı temel nesneler aynı zamanda Ahmet Ada tarihinin ontik düzlemlerini de bize verir. Örneğin; “Ölü Annelerin Anısına” şiirinde çay, mısır, karalahana, yağmur, sis, leylak, rüzgar nesnelerini anne ve uranyum imgeleriyle bağdaştırarak öznel yaşamışlığına ve şimdinin umarsızlık haline göndermede bulunur. Tekil ve kolektif duruşu iç içedir. Bir başka dizelerinde Beyrut’a dair şöyle der; Ay tabaklarda…Zeytin ağaçları sökülmüş/Çocuklar geceler boyu dipsiz kuyu…
Yeni Kantolar, şiirin bir alışkanlıklar bütünü olmadığı, edinilmiş tekniğin bir meslek gibi otomatik algılamalara dönüştürülemeyeceğinin en güzel örnekleridir.
Ölü annelerin anısına adlı şiirle başlayan, oturmak için deniz kıyısını seçiyorum Kanto L ile biten Yeni Kantolar bütünüyle başka bir ne’liğin dışa vurumcu nesneleridir. Yani görünmeyen, bilinmeyen bireyin vücuda gelişidir…
Kırkıncı şiir yılını kutladığımız Ahmet Ada’ya bize gösterdikleri için…

Lacivert Dergisi, Temmuz-Ağustos 2008, Sayı: 22
















ZAMANIN RUHUNU
İÇERİKLENDİREN BİR KİTAP

SİNA AKYOL


Tahir Abacı’nın “Yarına Doğru” dergisini çıkartmaya hazırlandığı dönemdi. Nihat Behram’ın “Hayatımız Üstüne Şiirler” kitabı yeni yayımlanmıştı. Abacı Malatya’da, Ada Kayseri’de yaşıyordu. Ben ise Ankara’daydım. Mektuplaşıyorduk aramızda; “Yarına Doğru”nun geleceğine odaklıydı mektuplarımız. Behram’ın kitabını çok sevmiş, önemli bulmuştuk. Derginin ilk sayısında üçümüz de birer yazı yazacaktık, kitap üstüne. Kadim dostum Ahmet Ada ile tanışmamız o mektuplaşma günlerine rastlar.
Ülkemizin şiir yayıncılığında önemli bir yeri olduğuna inandığım “Hakimiyet Sanat” gazetesinin bir yayınıydı Ada’nın ilk kitabı. “Gül Doğsun Gün Üstüne” idi adı. (Ocak, 1980)
İşte adı geçen kitabın ilk şiiri, “Yer altı”:

“Işık diye gökyüzünü kemirenler vardır
Kapanık havalarda sessizliği biçenler
Ölüler vardır şaşkın dumanlar içinde
Yeleleri kırkılmamış dalgalarla gelen

Kökler vardır kimselerin bilmediği
Sıradağlar acı çanak göller
İğdiş bir uykuda unutulan

Sayısız düşünceler düşler vardır
Kurumlu, kof gürültüde yiten
Herbiri bıçaklanmış şarkı sanki
Ya da dize, donatılan fişekten”

İlk şiirini 1966’da yayımlayan Ada’nın ilk kitabı 14 yıl sonra çıkabilecektir. Neye yormalı bunu, merkezden uzakta olmanın yol açtığı imkânsızlıklara mı? (Dönemin önde gelen dergilerinden “Soyut”, “Yeni Dergi”, “Papirüs”te yazdığına göre pek de üstünde durulacak bir olasılık değil bu.) Peki, imkânsızlıklara bağlamayalım; ‘sabır’ diyelim. Ama ilk şiiri “Soyut” dergisinde yayımlandığında henüz 19 yaşında olan bir genç şair adayı, nasıl becerebilir ki sabretmeyi? (Üstelik sabır, kişinin ‘maya’sındadır. Gençliğinde dahi sabırlı olan bir 47’li, ilerleyen yıllarda, nasıl olur da ‘en çok şiir yayımlayan şair’ unvanını kimselere kaptırmaz, geriye doğru sayarsak, kim bilir kaç senedir!)
Neyse, anlamak ille de gerekmez.
Bence, lirik bir şair olarak başladı ve de öyle devam etti Ahmet Ada. İlk üç kitabı 1980, 83, 85. Derken beş yıllık bir ara. Devamı, iki kitap: 1990, 92. Üç yıllık bir ara daha. Sonrasında dört kitap var: 1995, 96, 98, 99. Bir beş yıllık ara daha: 2003, tek kitap. Hemen ardından, yine bir tek kitap: 2004. (Aynı yıl, ayrıca, şiir üstüne bir kitap.) Derken, 2006’da “Kantolar”…
Bence müthiş bir halk adamı Ahmet Ada. Kimi çağdaşları (ve meslektaşları) gibi, örneğin ansiklopedi yazarlığı, reklam yazarlığı, gazetecilik, yayıncılık türünden işler işlememiş. 18 yaşındayken terk etmek zorunda kalmış liseyi. Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi’nde 3 yıl, bilmem ki neredeki Marangozlar İstihlak Kooperatifi’nde 16 yıl, işte bir yerlerdeki otomobil ticaretiyle iştigal eden bir şirkette 5 yıl çalışmış ve sonunda, iyi etmiş, emekli olmuş. Biyografisinden öğrendiğimize göre 13 yıllık bir emeklidir ve de iyiden iyiye ‘azmış’ bir şiir adamıdır.

YENİ İDDİALAR

Bir de şunu görüyoruz: Madem ilan etmiştir meşruiyetini, öyleyse gitse gerektir: Her kitabında, farklı bir menzile… (İyi bir şeydir bu; çoğaltımcılıktan kurtarır şairi, farklı kulvarların, yeni iddiaların öznesi kılar.) Nitekim öyle olmuştur: Yerli yerinde ve rahat durmasını bilemeyen, hemen her kitabında farklı şeyler sunmanın saygıdeğer çabasında olan şairimiz, gazellerinden (Taş Plâk Gazelleri, 1995) nice zaman sonra, bu kez de, yazmış olduğu kantoları kitaplaştırdı.”Kantolar” (Şiir’den, 2006), farklı bir kitap: Önceki Ahmet Ada lirikleri kadar lirik pek çok şiir barındırıyor içinde, fakat nasıl yapıyorsa yapıyor, o lirikleri, epik bir çevrim içinde sunmayı beceriyor.
Şu dizeler, “Kantolar”dan.
“Bombalar değil sardunya saksıları / İstiyoruz. Çiçekli kadın şapkaları. / Üstümüzde kalacak bulutlu bir gökyüzü, / Ve sonra usul usul ölebileceğimiz bir kış “(Trajedi)
***
“Denize doğru oturup konuşuruz / Ey insanoğlu, bulutlar neden alçalır? / Nar neden çatlar? Ağacın ölü gölgesi, / Kuşun zarif uçuşu, derenin küçük türküsü / Sürekli bir olanaktır insana”
(Yaz Kantosu)

***

“Sonra çırılçıplak buluyoruz kedimizi / Bize dinginliği bağışlayan yağmuru / Dinleyerek yürüyoruz eski bahçeye. / Deniz çağırıyor kıyıları döven dalgalarla / Kapıların sürgülerinden geçiyor sesi / Rüzgâr kunduralarını yitiriyor / Denizin kıyısında yalınayak” (Güz Kantosu)
***
“Denize yakın oturuyoruz, sessizliğe / Değiyor elimiz, adalar oldukça uzakta, / Suya değiyor elimiz, yaprağa, / Kuşlar ağaçlarla dolu, ağaçlar / Kuşlarla, ışığa koşuyor nar ağacı / Güneşin oltası uzanıyor / Ölümsüz yapıtlarına denizin” (Bahar Kantosu)
***
“Ey serin çarşıları ufala ufala dolaşanlar! / Ey burukluk, ey incelik! / Dile biçim veren ustalık! / Nasıl bir araya getirilir binlerce kare / Ve nasıl yaratılır tambur sesi” (Denize Baktık)
***
“Isınan toprak, göğün ormanı, ormanın / kuşları, yıldızlar ve ay, gümüş pullu / balıklar, hepsi ama hepsi yan sokakta / oturan, kırık kaldırım taşlarını geçip / denize yürüyen gövdenle barışık.” (Saatler)
Bu gerçekten de lirik dizeler, içinde yer aldıkları “Kantolar”ın epik bir toplam olmasına engel de değil. Ada’nın son kitabı bu yanıyla ilginç ve önemli.
Yılın şimdiden iyi şiir kitapları arasındaki yerini almış olan “Kantolar”da -zannımca- merak edilecek bazı noktalar da var:

MERAKLI NOKTALAR

* “Buz Tanesinin Söylediği” başlıklı şiir, 41 dizeden ve 3 boşluktan oluşuyor. Şiirin orta bölmesinde yer alan 15 dizelik bir toplamda, “deniz” sözcüğü tam 8 kez tekrarlanmış.
* Bir şiirde “indirimli satışlar”, bir başka şiirde “taksitli satışlar”…
* Karşılıklı iki sayfa… Soldaki sayfada yer alan “Arkadaşım Öldü” başlıklı şiirden bir dize: “Bir yanım deniz bir yanım dünya”. Sağdaki sayfada yer alan “Yaşamayı Uzatan Kevser’e” başlıklı şiirde ise “Sağ yanında deniz sol yanında muhabbet kuşu” diye bir dize var.
* “Ölü Evi” başlıklı şiir, İ.Berk’in “Ölmüş Bir Şairin Sevgili Karısını Görmeye Gitmek” başlıklı şiirinden sonra, “Kantolar”a bir şeyler mi katıyor,yoksa bir şeyler mi eksiltiyor ondan?
* Ölenin terliklerinin ya da pabuçlarının -benim görebildiğim kadarıyla- kitapta üç kez kullanılmış olması nasıl değerlendirilmeli?
* Fevkalade bir imge olarak yakalanmış “pars”ın neredeyse sınırsız tekrarı, epik bir kitap bütünlüğü içinde bakıldığında, ‘tutarlılık’ olarak mı değerlendirilmeli, yoksa ‘creativite’yi tekzip eden bir yineleme olarak mı?
* Bazı sözcükler, şiirde, özellikle dikkat çeker. Örneğin “yabancılaşma” sözcüğü… Not almadığım için sayı belirtemiyorum, pek çok “yabancılaşma” sözcüğüyle karşılaştım kitapta. Epik bir kitap bütünlüğü içinde bakıldığında, iyi bir şey midir bu, yoksa iyi olmayan bir şey midir?
* Belirttiğim bu husus, kitap boyunca birkaç kez karşılaştığım “sakalın uzaması” ifadesi için de geçerli.
Verdiğim örneklerden çoğu için dedim ki: “Ahmet Ada yılların şairidir, böyle ‘hata’lara düşmez, demek ki kasten ve taammüden yapmış.
Demek istediğim şu: Uzun şiirlerin -üstelik epik bir toplamı oluşturan uzun şiirlerin- ‘çıkmaz’ı mı desek bunlara, yoksa tersine, ‘doğası’ mı.. hatta, ‘olmazsa olmazı’mı?”
İşte bitiriyorum: Ahmet Ada’nın “Kantolar”ı, yalnızca 2006 boyunca değil, sonraki yıllarda da söz ettirecek kendinden. Farklı ve önemli bir kitap.Zamanın ruhunu içeriklendiren bir boyutu olduğu söylenebilir. Dahası, öteki kitaplarına göre, söylem açısından bir ‘kırılma’yı işaretliyor.Yalnızca okumuş olmaktan dolayı değil, merak ettiğimi söylediğim noktalar üzerinde beni düşündürmüş olmasından dolayı da, iyi ki edinmişim diyorum, “Kantolar”ı.


Cumhuriyet Kitap, 15 Haziran 2006, Sayı : 852














ŞAŞIRTICI BİR ÇAĞRIŞIM
ZENGİNLİĞİ

METİN CENGİZ


Ahmet Ada, 70’li yıllardan bu yana Türk şiiri gelişmesi içinde yerini almış, bu şiirin seyri içinde kendine “nizam ve istikamet” tayin etmiş, söz yerindeyse “istikrarlı” bir şairimiz.. Kendinden önceki şiirden (İkinci Yeni dili, mecazlar, benzetmeler vb.) olduğu gibi 70’li yılların yalın, ileti (gönderme, mesaj) amaçlı şiirinden de etkilendi; bu son, imgeyi duyumdan çok kavram dolayımında kullanan poetik anlayış daha sonra şiirini değiştirmek isteyen 70’li yılların birçok şairinin şiir anlayışında olduğu gibi Ada’nın poetik anlayışında da değişmez izler bıraktı.
Kantolar adlı en son şiir kitabı ise…Bu şiirleri esas alarak söylersek Ahmet Ada köklü bir değişimi gerçekleştirmiş bulunuyor. Kantolar’a kadar Ada’nın şiirine baktığımızda gördüğümüz dil yapısındaki değişimden söz etmek istiyoruz. Ada’nın önceki şiirinde dil yapısı öyle büyük karmaşıklıklar göstermiyor. Sözcükler farklı anlamlara götürecek belirsizlikler taşımıyor. Sözdizimi kırılmalar, boşluklar içermiyor. Sözcükler gerek anlam ve gerekse dizim açısından gidimli dildeki gibi yer alıyorlar. Bu şiirin iletisi tek tek sözcüklerin ötesinde, daha çok yazınsal göstergelerin birbiriyle ilişkilerinde yatıyor. Böylece görsel zenginlik alışılmadık somut anlamların ötesine uzanıyor. Gündelik dille anlattığımız bireysel deneyimlerimizi aşan bir anlam alanına açılıyor bu uzanış. Kitaptan kitaba görülen şiirsel değişiklikler ise dikkatleri üzerine çekmeyen ama aynı yatakta derinleşerek gömlek değiştiren bir biçemden kaynaklanıyor. Yavaş seyreden gömlek değişikliklerinde ise Ahmet Ada’nın aynı şiiri daha olgun, daha duru, daha derinleşerek yazdığını görüyoruz. Kendi biçemine sıkı sıkıya yapışmış, ancak yola çıkmış bir kaplumbağanın kendi kabuğu altında ezilme riskini de göze alan bir biçem.

Görüntü Şairi

Bu şiirin bir diğer belirgin özelliği ise yaşadığını içtenlikle, bilinçli olarak görüntüleştirmesi. Bir görüntü şairi demek daha doğru olacak Ahmet Ada’ya. Görüntü çizerken gördüğünden esinlendiğini anlıyoruz. Şiirinde fazlalık duygusu uyandıran da belki bu. Fazlalığı dengeleyen ise matematiksel denklem ve şiir mantığı. Şiirinde kurgunun ağırlığı her dizede kendini gösteriyor. Taşranın hallerinin, durgunluğunun, değişmiş gibi gözüken ancak dipten dibe direnerek süren bir hayat biçiminin havaya çizilen görüntüsü. İmge elde etmenin bir yolu da görüntü ise…Ahmet Ada’nın imge elde etmede temel yöntemi bu. Görüntünün taşra ile damgasını vurduğu bir şiir bu. Sessiz sokaklar, dingin cami avluları, güvercinlerin bu avlulara kattığı sükûnet, yağmur sonrası unuttuğumuz toprak kokusu, söğüt ağaçları, tandırlar, sardunya saksıları, kentlileşmenin bir sembolü sayılagelen çiçekli kadın şapkaları, zeytinlikler, pancar tarlaları, kış hazırlıkları, kerpiç duvarlar, kişniş, pestil…toprakla uğraşın henüz sürdüğü, tarımın kentsel olgularla iç içe girerek devam ettiği taşra kentlerini anlatır bize. Bir ömür taşranın biçimlendirdiği bir hayatı serer gözlerimizin önüne. Haber verir olup biten hakkında. Ada’nın Kantolar’a değin yazdığı şiirin en temel özellikleri daha önceki yazımda da belirttiğim gibi böyle.

Bir Dönemin Başlangıcı

Özellikle iç içe işleyen ve biçemini oluşturan bir diğer olgu ise Türk şiirinde sevdiği, yakınlık duyduğu şairlerin şiirlerinden kendi söyleyişini zenginleştirecek doğrultuda yararlanması, onların şiirinden sevdiği dizeleri tanınacak bir biçimde kendi şiirine taşıması. Bir tür metinlerarası (interextualite) bu yararlanma biçimi Ahmet Ada’nın şiirinde sıkça görülen diğer bir yüz. Ahmet Ada’nın Kantolar şiiri ise bu değişimin ve dönüşümün görülür çizgilerle görüldüğü bir dönemin başlangıcını haber veriyor bize. Kantolar, Ada şiirinde şimdiye görülmedik özelliklerin ortaya çıktığı bir şiirler toplamı.
Uzun, birbirini öteleyen dizeler, şaşırtıcı bir anlatım, dize kırmalar, sözün anlamını belirsizleştiren dil kullanımı, yeni dilsel yaşantılara yol açacak imgecilik, anlattığı mekânı (şarkın ötesinde) farklı dünyalara yol açacak biçimde genişletme, ufku daha farklı bir şiir evrenine açma bu şiirin oluşturucuları. Estetik ufku kente doğru kayan bir Ahmet Ada’nın taşrayı anlattığı şiirler bunlar. Eski şiirdeki özellikleri de içeren bu şiirsel yapılar bize Ada’nın yeni dönemindeki farklılığını gösteriyor. Bu farklılıklara bakarsak…Kantolar’ı okurken anlam boşlukları yaratıldığını, yabancılaştırma efektleri kullanıldığını, tümce ötesi anlam elde teknikleri kullanıldığını görüyoruz, özellikle de dize kırmalar yoluyla çoklu anlam elde etme tekniğinin kullanıldığını. Örneklersek…Güz Kantosu’ndaki “Rüzgâr kunduralarını yitiriyor/Denizin kıyısında yalınayak” dizeleri alışılmış bir rüzgâr betimlemesinin ötesinde anlam alanları açıyor kendine. Bu dizeleri okuyunca ileti bizi algılamamızın zenginleşmesi yönünde bir davranışa yöneltiyor. Kaldı ki Ahmet Ada şiirindeki doğrudan çizilen dünya/taşra görüntülerini aşan bir metin özelliği görüyoruz bu iki dizede. Oysa şiirin geri kalan dizelerinde ilk dörtlüğün “Yağmur çiseliyor sözcüklere camlardan” biçimindeki ilk dizesi ile ikinci dörtlüğün “Fısıltıyla konuşuyoruz eşyaya av/Olan insandan” biçimindeki ilk ve ikinci yarım dizesi dışında alıştığımız bir güz günü görebileceğimiz normal görüntüleri anlatan dizelerle bildik bir Ada şiiri okuyoruz: “Yağmur çiseliyor sözcüklere camlardan/ Bütün çiçekler yağmurun altında/ Bütün kuşlar rüzgârın ardında/ Soluk soluğa kalıyor bir köpek/ Sokağı boydan boya geçince”. “Yağmur çiseliyor sözcüklere camlardan” dizesindeki yağmurun camlardan sözcüklere çiselemesi dışında çizilen görüntü vurgulayarak söylersek normal bir betimleme. Şiirin diğer dörtlükleri de öyle. Dizeler bize gerçek bir güz görüntüsü çiziyor. Şiirsel değer dizelerin sıralanışında, ünlü, ünsüz tekrarlarıyla yaratılan sessel zenginlikte. Şaşırtıcılık yukarıda alıntıladığımız iki dize ile son dizelerde. (bak. Kantolar, “Güz Kantosu”, s.52,53)

Rüzgârın Özgürlüğü…

Bizi şaşırtan, algı kapılarımızı zorlayan bu dizelerde farklı anlamlandırmalar, sorularla karşılaşıyoruz. Açık bir kitaba mı yağıyor yağmur? Dışarıdan bir bakış ile mi yakalanıyor bu görüntü yoksa içeriden, şairin baktığı yerden bir yansılama sonucu elde edilen bir görüntü mü, tam anlayamıyoruz. Eşyaya ava olan insan sözcükleri ise bizi eşya-insan arasındaki anlam ilişkisini düşündürmeye yöneltiyor. Böylece farklı felsefi anlam ulamlarına gidiyoruz. Son iki dizede ise bir anlam patlaması ile karşılaşıyoruz. “Kunduralarını yitirmiş rüzgâr”, “yalınayak rüzgâr” değişik çağrışımlar yapıyor. Şehirde kunduralarıyla dolaşan rüzgârın deniz kenarında yalınayak kalması anlaşılır değil; ama şiir alanında çağrışım zenginliği ile farklı ve renkli görüntüler çiziyor belleğimizde. Deniz kenarında ufka açılış mı, eşyadan kurtuluş mu, rüzgârın özgür kalması mı anlatılıyor? “Eşyaya av olan insan” dizesi ile bu anlamların ilişkisi ise daha zengin bir görüntü çiziyor. Diğer şiirlere de bu özelliklerle bakılabilir. Ki Ahmet Ada’nın Kantolar’la başlayan şiir serüveninin bir özelliği de dediğimiz gibi şaşırtıcılığı, çağrışım zenginliği vb. ile daha geniş bir şiir evrenine açılması: Bu şiirlerde Ahmet Ada’nın taşrası genel olana açılmış bir taşra. Şiiri de bireysel estetik ilgiden bağımsızlaşıp genel estetik ilgi katına yükseliyor.

Cumhuriyet Kitap, 5 Nisan 2007, Sayı: 893

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler