13 Şubat 2010 Cumartesi


AHMET ADA’NIN ŞİİRİNDE
ZAMANI YORUMLAYAN ANLAM KATMANLARI

MUSTAFA ŞERİF ONARAN

Şiirde anlam aramak, anlamın aydınlığında şiirin tadına varmak, anlamsız bir çaba, şiirde “belagat”ı özleyenlerin yalınkat bir şiirle yetinmeleridir.
Alışılmış bir gerçeği yinelemek yerine, gerçeğin öte yüzünde imge derinliği aramak, o derinlikte bilmediğimiz bir gerçeği sezdirmek insana görmeyi öğretebilir. Yani bir imge gerçeğe değişik bir boyut kazandırabilir. Şiirin gerçeğinde öykü gerçeğini arayanlar o imge yoğunluğunu anlayamazlar.
Zaman geçip gidiyor da ayrımında değil miyiz? Zaman duruyor da, bir ayrımına varmadığımız bir dağınıklık içinde miyiz? Daha zamanın gizlerini çözebilmiş değiliz.
Melih Cevdet Anday anılarına Akan Zaman Duran Zaman adını koymuştu. Demek, akıp giden bir aldırmazlık içindeyken, yoruluyor mu ne, şöyle bir durup dinlenmek istiyor zaman. Zaman durmalı ki biz, biraz daha çekidüzen verelim kendimize. Yola yeniden koyulmanın gücünü toplayalım. Gerilerde kalmışsak öne geçmeye çalışalım.

Zamanı Taşa Bağlamak

Zaman nedir? Durup durmadığını, geçip gitmediğini bilmiyoruz. Sanıyoruz ki zaman durursa daha çok yaşamış olacağız. Duran zamanın içinde dilediğimiz gibi yaşayacak, ölüme karşı duracağız.
Belki de zaman durursa bu denge bozulacak. Kelebek etkisi gibi bir dokunuşla evren yıkılacak. Belki de zamanın durması evrenin sonu olacak.
Böyle bir değişim insanı ilgilendirmiyor. Hele Ahmet Ada gibi bir ozan önemli bir ameliyat geçirdikten sonra dünyaya yeniden gelmiş gibi olursa, zamanı taşa bağlayıp, yaşanmamış bir geçmişin tadını çıkarmak isteyebilir.
Zamanlar insanı şaşırtabilir. Melih Cevdet Anday “çok eskiden yaşadığı bir anı” anımsayabilir. Kuşların, taşın, denizin zamanını ölçebilir. Nesneler yavaşça zamanlaşınca, çoğalan zaman içinde insan, kendini yeniden keşfedebilir.
Ahmet Ada’nın zamana bakışında Melih Cevdet’in zamanıyla örtüşen bir gizem var:
“Gün boyu ölçüp biçtim denizi/ Ne kadar yanımdaydı kuşun zamanı?/ Gölgenin zamanı ağaçtaydı/ Uçup gitti nar giyimli gökyüzü.”
Bir kez daha anlaşılıyor ki zaman görecedir. “Taşa bağlanmış zaman” geçip gitmeyen, duran zamandır.
O göreceliği Sâbit’in beyitinde buluruz:
Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir/ Müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat.”
Yıldız falcıları da, zamanı ölçerler de en uzun geceyi kendilerine göre tanımlayabilir. Ama asıl, acı çeken insan bilir gecelerin kaç saat sürdüğünü.
Soyut bir zaman anlayışının dışında zamanı bir nesneye bağlayınca daha belirgin bir zaman anlayışı doğuyor. Her canlının kendine göre bir zamanı varsa, zamanı sınırlamak daha kolay olabilir. Kelebeğin zamanı ile kaplumbağanın zamanı aynı değildir. Belki bir anlık zamana akıl almaz serüvenler sığabilir. Belki uzun süren tekdüze bir zaman yaşanmamış sayılır.

Zamanın Boyutları

Çocukluğumda okuduğum bir resimli romanda küçülen uzay aracı bir paranın içine girer. Nice serüvenlerden sonra geri dönünce bir anlık süre geçmiştir.
Bir Anadolu ereni çevresindekilerle söyleşmektedir:
“Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki, zaman içinde zaman, yer içinde yer yaratır.”
Dinleyenler arasında bir delikanlının içinden geçer:
“Atma erenler atma!”
O sessiz söz erenin içinde yankılanarak genişler. Erenin gülümsemesinde, bilinmeyen bir zamanda, delikanlı, kendini bir balıkçı köyünde, deniz kıyısında çamaşır yıkayan bir kadın olarak görür. Bir balıkçıyla evlenmiş, yedi yılda beş çocuk doğurmuştur.
Anadolu ereni aynı sözü yinelemektedir:
“Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki, zaman içinde zaman, yer içinde yer yaratır.”
Delikanlı ayağa fırlar:
“Haklısın erenler haklısın!” demek gereksinimi duyar.
“A oğlum,” der Anadolu ereni, “yedi yıl bir balıkçıya eşlik edip beş çocuk doğurunca mı bu gerçeği anladın?”
Zamanın görece olduğunu anlatan böyle Anadolu söylenceleri de var.

Zamansızlığa Doğru

Zaman belki de bir boşluktur; insanda sonsuzluk duygusu uyandıran bir boşluk.
Ahmet Ada, o boşluğu yorumluyor:
“Günebakanlar zamanı mırıldanıyor/ Köpekse taşı, deniz küstüğü maviyi/ Ben içimdeki boşluğu mırıldanıyorum/ Cenaze törenindeki yokluğu.”
Kuş uykusu hafif bir zamanı anımsatmalı; uyur uyanık diyebileceğimiz bir zamanı. Yelve kuşu, yıldızlı bir gökyüzünü sürükler gibi zamanı da götürebilir mi?
Anlamın ötesine geçmeden zamanı yorumlamak kolay değildir. Ahmet Ada, iyileşme döneminin dalgınlığından zamana bakarken, o belirsizliği öykülemenin, bir başka belirsizlikle yorumlanabileceğini anladı. Çünkü zamanın akışı değişkendir.
“Zaman rahvan atı gök çatının…”
O hızlı akışın gerisinde gövde, “ölümlü bir kabuk”tur artık.
Ahmet Ada bir imge yoğunluğundan bakıyor zamana. O imgeleri anlamak kolay değildir. Leylak, “Ortadoğu’yu, ölü doğmuş yıldızları” nasıl anlatır? Leylak, kana bulanmış Ortadoğu’da, öldürülen çocukların tanığıdır.
Bir kayanın yarığından fışkırıp dünyaya bakan bir çiçek varsa, o çiçeğin tılsımını da taşa bağlamak gerekir. Zaman nasıl duruyorsa, çiçeğin tılsımı da durmalı. Bulutun ağaca bağlanması da duran bir zamana uymalı.
Bir denizin değişimiyle oluşan imgeler: Denizin çiçek açması, koynundaki taşı yontması, soluğunun orman olması…
Ölüme göçmek, bir sokağın ucundan denize bakmak gibi bir şey. Boşlukta derine inmek. Denizin belleğindeki kalıntılarından biri olmak. Deniz basamaklarından inerken içimizdeki çölü aramak.
Hayali Bey’in beyitinde, denize kavuşan ırmakların dinginliğinde, bir halden bir hale geçen tasavvuf ehlinin ruh yeteneğini araması vardır:
“Hakkı biz bulduk deyu zann etmesün ashâb-ı kaal/ Cûylar çün erdiler deryaya hâmûş oldlar.”
Ahmet Ada bir başka dalgınlık içindedir:
“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde/ Evimi unuttum var mıydı evim?”
Zamansız bir aralıktan içindeki uzaklara bakar o yitik insan. Bir deniz dibi ülkesidir belki de ölüm. Yosunların ayak sesi duyulur. Bulutlar geçer içinde soluk soluğa.

Ölümün Zamansızlığı

Bir deniz dibi ülkesinden, imge yoğunluğunun bulanıklığı içinde, yaşamanın anlamsızlığına bakmak, umutsuzluğa düşmek diye yorumlanabilir:
“Bize verilenle yetinmemizi istediler/ Ölüm tek yasasıydı yolun.”
Ahmet Ada, kendinden kurtulamayan insanın yazgısına bakıyor. Ölümü tek yasa sayan yazgısına. Ama “alnı akıtmalı bir at” gibi kendinden kurtulan insan, bir bilge kimlik kazanmış, kendini yeniden yaratmış olacaktır.
Behçet Necatigil, çağdaş bilgeyi, asfalt ovalarda yürüyen abdal olarak niteledi. Böyle bir kişilik edinmek için ölümcül bir deneyimden geçmek, yaşamanın gizlerine varmak gerekecektir.
Ahmet Ada belki de ölümün ötesindeki bir ülkenin özlemİni çekiyor:
“Bulabilseydik keşke sedir ağaçlı bir ülke/ Çözülürdü sıkıntılarımız bir demet başak gibi/ Gösterişsiz, kibirsiz yol alırdık yine/ İnsanın ta içine, kardeşlik ormanına/ Abartılı sahte görkemli/ Paranın üretildiği kentlere/ Kentlere döndük yine/ Yaslı asfaltlara/ Zarif abdal/ Takılıverdi peşimize bozkırdan/ Kurtardığımız alnı akıtmalı at.”
Sözcükler arasındaki gizli ilişkiyi çözerek imge oluşturmak yeterli değildir. Yaşama deneyiminden geçerken ölümlü bir dönemeçte zamanı taşa bağlamasını bilmek gerekecektir. Zaman durunca, belki o akışta sürüklenen her şey duracak, belki evrenin dengesi bozularak yeni bir düzen kurulacaktır.
Ama “göçük bir yürek”in zamanı durmuştur. Ahmet Ada “Taşa Bağlarım Zamanı” demişse, artık o duran zamanda, yaşama serüveni dediğimiz “büyülü düzen” de anlamını yitirmiştir. (Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, 2009)
Gölgelerimizin bile suyla dolduğu bir sualtı dünyasıdır ölüm. Enginlere doğru açılıyorsak, “bilge kaygılarımızın erinci” için değil, sevgileri yitirdiğimiz içindir.

Zamanın Tanıklığı

Zaman, donmuş, anlamsız bir kalıp mıdır, yoksa herkesin kendine özgü bir zamanı mı vardır? Belki de herhangi bir insanın bile değişik zamanları vardır. Yer yer silinen, yer yer sımsıcak duran zaman parçaları…
Melih Cevdet Anday; taşın, denizin, kuşların, göğün zamanını yorumlarken insanın zamanına uzak duruyor. Ahmet Ada, çocuğun zamanından bakıyor zamanlara. Yaşamaya açılan zamanın eşiğinde, bir çocuk “çiçeğe dört adım kala”, yaralarımızın iyileştiği bir deniz eşiğine çağırıyor bizi.
Artık zaman yoktur, anıların aydınlığında parlayıp sönen zaman parçacıkları vardır; ölen bir annenin anısıyla gelen zaman. Başlangıcı kuğu olan bir küçük kıza söyledikleri:
“Varoluşun anlamını kavramadan/ Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla/ Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe.”
“Sayrı olanları iyileştirmek için”, şifalı bitkiler toplayan bir babanın da zamanı vardır. Oysa o, içinde büyüyen ölüme aldırmadan hüzünlü türküler söylerdi:
Bir babanın ölümü de yitik zamanlara karışıyor:
“Ne zamandı? Yoklukların göğüne/ Gömdük onu. Eskidir babam/ Göğü dolduran bütün yıldızlardan./ Şimdi düşünüyorum, çözülmüş bir/ Yıldız kümesi miydi duygularımın karmaşası/ Ölüm karşısında?”
Ahmet Ada, geçen zamanları anımsarken bir çeşit ödeşme içinde görünüyor. Bir zamanlar yaşamış mıydı? Otlar mı tanık, bir kâğıttaki çözülmüş harfler mi? Bizden çok uzaklarda, kendi dalgınlığı içinde duran bir balıkçı bile yaşadığımız zamanı etkilemiş olabilir.
“Yaşadım” diyebilmek için bir sevi ilişkisinden geçmek mi gerekiyor? Sevi yalnızlığında kalınca varlığımızın ne anlamı var?
“Aşk halinde geçemeden öte yakaya/ Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini/ Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlarla.”
Varlığımız ölüm denizinde dinlenedursun, ruh tedirgin, başıboş dolaşıyor. Ahmet Ada soruyor:
“Ruhun demirlendiği bir liman yok mu?”

Yoksul Zamanlar

Yenildik, hakkımız yendi, küçük düşürüldük. Oysa yolun başlarındayız daha. Ama sınırda yaşayanlar yoksulluğun zamanı içindedir. Belki deniz altındaki ülke düşlem gücümüzde yaşıyor:
“Tarihin kara taşındayız. Bize/ Yok öyle bir ülke, diyorlar/ Deniz altında.”
Yoksul zamanlar bile, iri gözleri belleğimize yerleşen bir sevgiliye bağlanmamıza engel değil. Tam tersine yoksulluğu aşan bir gücü var sevi ilişkisinin.
Ne diyordu Cemal Süreya:
“Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/ Dörtnala sevişmek lazım.”
Taşa bağlanmış zaman, sevi ilişkilerinin yaşanmadığı ölü zamandır. Nice kırgınlıkların gerisinden üzgün bir gülümsemeyle bakılır o yitik zamana.
Taşa bağlanmış zaman, geçip gidivermesin de, bizi yalnızlığımızla baş başa bırakmasın diye kaygılandığımız, parçalanmış zamandır.
Ahmet Ada, yaşamanın neresinde olduğunu anlamaya çalışırken, kendini yitik zamanların acımasızlığıyla sınıyor. Duran bir zaman da olsa, artık o yitik zamanı ele geçirmek olanaksızdır.
Yaşanmayan zamanlara dalıp gitmekten başka yapacak bir şey de yoktur. Çünkü “gölgenin zamanı”nı anlatıyor Ahmet Ada: Bir sanrıyı sayıklar gibi, belirsizliğin zamanını.
Böyle belirsiz, böyle parçalanmış zamanları alışılmış bir anlam içinde yorumlamak olanağı var mı? “İçinde güneşli bir ikindiyi taşıyan testi gibi” alışmadığımız imgelerle zamana bakarken, duran bir zamanın bizi nasıl etkileyeceğini bilir miyiz?
Bilinmezi anlatmak anlama yeni boyutlar kazandırmaktır.
Ahmet Ada, parçalanmış bir zaman içinde yitip giden insanın yalnızlığını, ölümün kıyısındaki onulmazlığını anlatıyor.
Şaşırtıcı imgelerle örülmüş bu incelikli şiirlerde, insan kendini de sınayabilir.

Varlık dergisi, Şubat 2010





















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler